Yazar: bonsauvage
* Yürüyüşte burukluk duyduğum tek şey intersekslerle ilgili herhangi bir pankart ya da slogan olmamasıydı. Ama bu biraz da benim plansızlığım, tembelliğim ve çekingenliğimden kaynaklandı. Bunlar bir kenara, onur yürüyüşü çok mutluluk verici, çok güzel bir deneyimdi benim için.
* İstanbul’a indiğim ilk gün, ilk saatlerde çok bocaladım. Etrafta o kadar çok insan, o kadar çok ses, o kadar çok görüntü, yani kısacası o kadar çok uyaran var ki… İnsan detayları algılayamıyor önce, baktığımı göremiyorum filan diye düşündüm bir süre. Çok yorucu. Kronik panik atağa yakalanmak için Taksim bire bir!
* Patricia Piccini’nin “Hold Me Close To Your Heart”, “Beni Bağrına Bas” isimli sergisini de gördüm. Yaşadığım dandik kasabada nah görürdüm böyle güzel sergiyi, çok yorucu, çok bilmemne ama İstanbul böyle de ufuk açan, dünyayı ayağına getiren bir yer işte. Sergideki en sevdiğim bir kaç işin fotosunu yazının arasına serpiştiriyorum bu uzun yazının paragrafları arasında fotolarla soluklanırsınız.
Tembel blog yazarınızdan merhabalar efendim. Kaçıyorum ben bazen. Bana beni hatırlatan herşeyden kaçıp “ortalamalaşmanın”, vasatlaşmanın huzuruna sığınmak istiyorum. Belki vasatlaşmak ağır oldu, bunun bir kısmı da kendi içindeki dünyaya kaçması aslında insanın. Bunu zaman zaman yapmaya herkesin hakkı yok mu? Bence var.
Öğlen evden çıkmadan önce cüzdanımdaki bozuklukları kumbarama atıyor, elimdeki para ile bekleyen faturaların hangilerini ödeyebileceğimi düşünüyorum. Gece 10 – 11 civarı işten dönüyorum. Makarna suyu koyup bir yandan da kedilerime balık konservesi açıyor, biraz onlarla oynuyorum. Sonra bilgisayarın karşısında yabancı bir dizi ya da belgesel izlerken makarnamı yiyorum. İzlediğim şey bitince biraz Facebook oyunlarına bakıyorum. O sırada kedilerden birisi kucağımda uyuklamakta oluyor. Saat 2 gibi gözlerim kapanmaya başlıyor ve ertesi gün herşey benzer şekilde devam ediyor. Bu döngünün içinde yazmak zor oluyor çoğu zaman, hele de yalnız yaşayınca. Bu fotokopi günlerde herşey çok uzakta kalmış, gezegende kıyamet kopmaya başlamış, kalan son bir kaç canlının da ölmemesi için tek umut benmişim, her gün ne yapıyorsam yapmaya devam etmem gerekmiş gibi hissediyorum. Kafamı başka şeye yöneltirsem ne acınası bir kapana kısıldığımı fark ederim, canım yanar. Çünkü yazmak başka bir dünyanın hattâ dünyaların münkün olduğunu hatırlatır insana. Çok karanlık görünse de aslında anlattığım hissiyat tipik çalışan insanın haftaiçi hissiyatı. Blogdan uzak kaldığım dönemin bir kısmı böyle geçti işte, bir kısmı da eve gidip gelen arkadaşlarla geçti.
Yazın çoğu zaman yalnız kalmıyorum evimde, ötekilik derecesini mahalle bakkalının tepkileriyle ölçebildiğimiz çeşit türlü arkadaşım geliyor, yeniliyor içiliyor. Bakkal ne alaka derseniz, adam uzun saçlı, küpeli bir erkek arkadaşımızı görünce dik dik bakıyor, bıyıklı bir arkadaşımızı görünce “Hoşgeldin abicim, buyur” tavrı takınıyor, gey arkadaşlarımla birlikte gidince “Ay ne efendi, ne temiz çocuk” der gibi bakıyor, bir trans kadın arkadaşımız da geldi ama onunbakkal alışverişi sırasında ben yoktum, ona ne tepki verdi bilemiyorum. Bu arada gey arkadaşlarımın “İbneliğin adı ne zamandan beri efendilik oldu” şeklindeki şakasını paylaşmadan geçemeyeceğim. Aslında bazı noktalarda eşcinsel görünmezliğine işaret eden trajikomik bir şaka bu, kimisi homofobisini saldırganca sergilerken kimisi de karşısındaki gördüğü şeyin bir cinsel yönelim ya da kimlik farklılığı olduğunu algılayamayıp, o tavrı cinsellikten tamamen soyutlayıp bir anlamda görmezden geliyor. Örneğin out olduğum (açıldığım) bazı heteroseksüel arkadaşlarımın bu konudan bir daha hiç bahsetmemeleri de sinir bozucu geliyor bana, “ne olduğun beni ilgilendirmez” tavrı göründüğü kadar iyi değil, cinsel kimliğim ve yönelimim benim bir kusurum değil, doğal bir parçam, bunun “hoşgörülmesini” değil, kabul edilmesinini, varlığının algılanmasını ve üzerine konuşulmasını istiyorum. Böyle bir arkadaşım var out olduğum, heteroseksüel, erkek arkadaşlarından bahsedip duruyor ama bana bir kere bile sevgilimi, ilişkimi sormuyor.
Gelelim asıl meseleye, bu haftasonu ilk kez istanbul’daki onur yürüyüşüne katıldım. Çok mutluluk verici, çok güzel bir deneyimdi benim için. Onur yürüyüşünün yapıldığı Pazar günü İstanbul Şişli’de YSK’nın Hatip Dicle kararını protesto için yapılan gösteriye polis yoğun gazla müdahale etti. Bazı bağımsız milletvekilleri de gazdan etkilendi. Anladığımız kadarıyla, bu protestodan onur yürüyüşüne geçen milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü ve Sabahat Tuncel’i gören polis önce bizim yürüyüşü de Şişli’deki olayın devamı gibi algılayarak biber gazına başvurdu yine, gazdan nasibimizi aldık önce, sağolsunlar şu gazı tatmayan tek vatandaş kalmayacak yakında ülkede. Milletvekillerinin Şişli’deki gösteride hırpalandıktan, gazlandıktan, belki de polis tarafından yerlerde süründürüldükten ve hattâ hastanede solunum cihazlarına bağlanarak gazın etkisinden kurtulmaya çalıştıktan sonra herşeye rağmen gelip bize destek vermeleri dayanışmanın yarınları adına umut verici ve değerli bir davranıştı kesinlikle, birbirimizi daha çok bağrımıza basmaya, daha çok el ele tutuşmaya ihtiyacımız var. Yürüyüşteki coşku ve renklilik harikaydı. Eylemin sonunda İstanbul’daki arkadaşlarımı gördüm, onları benimle birlikte kendi şehrimden gelen arkadaşlarımla tanıştırdım, Uluslararası Af Örgütü’nün desteğiyle transseksüel ve intersekslerle ilgili süper bir sanat projesi hazırlayan Güney Afrikalı Gabrielle LeRoux ve Ermenistan’dan gelen punk grubu Pincet’in üyeleri ile tanıştım çok ayaküstü, kısacık olsa da. Taşrada kısmen izole bir hayat sürmek bu gibi durumlarda insanı tökezletiyor yalnız, İngilizce’den çeviri yapabilen, birşeyler okuyabilen, icabında pürdikkat dinleyince İngilizce filmleri anlayabilen ben, 12 – 13 yıldır hiçkimseyle İngilizce konuşamadığım, bu dille bağlantım hep yazılı olduğu için bazı cümleleri anlamakta zorlandım, neyse ki kendimi ifade edebildim bir parça. Şehir insanlarının beyni kesinlikle daha hızlı çalışıyor o kaosa ayak uydurabilmek için, taşralı insanınsa var olan potansiyeli bile köreliyor zamanla.
İstanbul’a indiğim ilk gün, ilk saatlerde çok bocaladım zaten. Etrafta o kadar çok insan, o kadar çok ses, o kadar çok görüntü, yani kısacası o kadar çok uyaran var ki… İnsan detayları algılayamıyor önce, baktığımı göremiyorum filan diye düşündüm bir süre. Çok yorucu. Kronik panik atağa yakalanmak için Taksim bire bir! Neyse ki zamanla adapte olunuyor. Nevizade çok boğucuydu özellikle, Cumartesi gecesi. Bütün hafta tik tak tik tak çalışıp Cumartesi geceleri alkole boğulan makineler gibiydi insanlar. Sürekli anlamsız bir uğultu, gümbürtü, her yandan müzik sesleri geliyor, o sesler birbirine karışıp anlaşılmıyor, insan ne müziği ne de karşısındakinin söylediklerini duyabiliyor. İnsanların hayatının çoğu dışarıda geçiyor, evler sadece uyumak için. Oysa ki ev sığınaktır, insanın kendi kişiliğini yansıttığı alanıdır. Tamam sokakta olmak güzel ama… Sanırım beni gıcık eden şey şu; İstanbul’da İstanbul herşeyin önüne geçiyor, insani ilişkilerin, bireysel farklılıkların, “anlam”ın önüne geçiyor kent. Her olayın başrol oyuncusu kentle ilgili şeyler oluyor. Değerli olan hep kent, birey olarak bir anlam ifade etmiyorsun, oradaki o ışığa koşan ateşböcekleri gibi yığının içindesin sadece. Bu yığının içindeki kayboluş hem bir özgürlük hissi hem de bir anlamsızlık hissi veriyor insana. O kayboluş da katılaşma ile, ruhsuzlaşma ile güçlü olmayı eş anlamlı sanan, evde dostlarına sebze yemekleri hazırlamak yerine, sakin balkon muhabbetleri yerine biraya, sigaraya, kalabalığa gark olmayı tercih eden insanlar yaratıyor. İstanbul’da yeni biriyle tanışınca daha öğlenin ikisinde üçünde aç karınla barda oturup bira bardağına gömülmek zorunda kalmaya da gıcık oluyorum işte. Alkolle bir derdim yok, içmeyi de severim, benim anlam veremediğim alkolde takılıp kalmak, bunu bir yaşam şekli gibi görmek, çok içince daha bohem olunuyor sanmak. Yahu kardeşim, hayatında ilk kez gördüğün birisi var karşında, biraz insani bir heyecan duy bundan, önce bir ayık kafayla o insanı dinle, tanı. Herşeyi çok fazla ve çok hızlı tüketmek beni rahatsız eden, bira değil. Bütün bunlar birer genelleme ya da önyargı gibi anlaşılmasın, bu söylediklerim sanırım daha çok Taksim çevresindeki hayat, özellikle de bizim queer camianın bir kısmının yaşadığı hayat için geçerli bazı eleştiriler. Herkesin böyle olmadığını çok iyi biliyorum. Ben İstanbul’a yerleşirsem daha kendi istediğim gibi yaşayıp bu sözünü ettiğim kargaşayla denge kurabilirim, buna uymak zorunda değilim, bunun da farkındayım. İstanbul herşeye rağmen dünyanın en güzel, en dinamik, en çeşitlilik arz eden kentlerinden biri.
Tam da yönelttiğim eleştirileri İstanbul’a cici diyerek hafifletmeye çalışırken, Patricia Piccini’nin “Hold Me Close To Your Heart”, “Beni Bağrına Bas” isimli sergisinden de söz edeyim. Yaşadığım dandik kasabada nah görürdüm böyle güzel sergiyi, çok yorucu, çok bilmemne ama İstanbul böyle de ufuk açan, dünyayı ayağına getiren bir yer işte. Arter’in ev sahipliğini yaptığı Patricia Piccinini’nin Beni Bağrına Bas adlı sergisi 21 Ağustos’a kadar gezilebilecekmiş. Sergide Piccinini’nin 97’den beri heykel, desen, video ve yerleştirme gibi çeşitli yerleri kullanarak ürettiği 20’den fazla eseri yer alıyor. Sanatçı bu sergisinde insanın doğayla ve diğer canlılarla ilişkisini gündeme getirmeyi hedeflemiş ama bana kalırsa “ötekilik”, toplumsal barış, kendinden farklı olanı kabul etmek, cinsel kimlikler ve başka pek çok alt metni de var sergideki işlerin, pek çok farklı biçimlerde okunabilir. Patricia Piccinini yaratıkları tasarlarken fiber glas, silikon, insan saçı, deri ve poliüretan gibi malzemelerden faydalanmış. O kurgusal yaratıklara öyle doğal, öyle etkili bakışlar, öyle duygulu ifadeler verilmiş ki… Etkilenmemek elde değil. En sevdiğim bir kaç işin fotosunu yazının arasına serpiştiriyorum bu uzun yazının paragrafları arasında fotolarla soluklanırsınız.
Daha önce benle aynı şehirde yaşayan, ardından İstanbul’a yerleşen çok çok sevdiğim bir arkadaşımı da görme ve yürüyüşe beraber katılma fırsatım oldu. Aynı şehirde yaşarken benim evimde çok sık kalırdı, sabahlara kadar sohbet ederdik. Bu kez bunu onun İstanbul’daki evinde gerçekleştirdik. Ne de güzel oldu.
Yürüyüşte burukluk duyduğum tek şey intersekslerle ilgili herhangi bir pankart ya da slogan olmamasıydı. Ama bu biraz da benim plansızlığım, tembelliğim ve çekingenliğimden kaynaklandı. İleriki yıllardaki yürüyüşlerde daha farklı olacak, eminim. Kim interseks politika yapabilir, kim yapamaz meselesini tartıştık bir arkadaşımla geçen gün. Onur haftası’na katılan Arjantin’li interseks Mauro Cabral’ı dinlemiş ve Mauro’nun konuşmasından söz etti bana. İnterseks olmayanların interseks aktivizmine destek vermesi hattâ bu aktivizmi -interseksler pek oratada görün-e-mediği için- inşa etmesi noktasında, bu interseks olmayanlardan hangilerinin gerçek direniş hangilerinin nesneleştirme yaptığı konusu biraz karışık geldiğini söyledi. Bazı insanlarınki gerçekten aktivist bir çaba mı yoksa interseks meselesini salt bir akademik alan gibi gören ve nesneleştiren bir tutum mu? Belki saçma bir düşünce ama bana sıklıkla akademik bir alan gibi gören ve nesneleştiren bir tutum gibi görünüyor ister istemez… Bu benim yaşadıklarımdan dolayı, acılarımdan, öfkemden dolayı böyle görünüyor olabilir bana, gerçekten samimiyetsiz çabalar demiyorum… Ama bana öyle gibi geliyor bir interseks olarak. İster istemez, benim yaşadıklarımı yaşamamış kimsenin bu konuyu tam olarak algılayıp mücadelesini samimiyetle verebileceğini sanmıyorum ve hattâ insanların bana yaklaşımı da çoğu zaman “Ahanda üzerinde çalıştığımız interseksüalite alanı için bir örnek bulduk yaşasın” şeklinde geliyor, kişiliğimin bi önemi yokmuş, sadece üzerinde çalıştıkları konu için bir örnek, bir konu mankeniymişim gibi… Ama dediğim gibi bu sadece benim yaşadıklarım sonucu biraz kafayı sıyırmış olmam da kaynaklanıyor olabilir(!) Bendeki bu öfkeyi, kinayeyi, sitemi illa ki ciddiye alsınlar demiyorum. Bunlar konuşarak ve deneyimleyerek çözülmesi gereken şeyler elbette… Henüz çok çok bakir bi alan bu aktivizmde ve en büyük handikap da akademisyenler ve interseks olmayan aktivistler bu konuda konuşurken onlara fikir belirtip “Durun şurayı yanlış yapıyorsunuz” diyebilecek intersekslerin sayısının neredeyse sıfır olması! Belki de eşcinsel – trans mücadele, queer mücadele tamamlanmadan, yürürlükte olan muhafazakar cinsiyet politikalarında bir delik açılmadan interseks konusunda ciddi bi poitika üretebilmek pek mümkün olmayacak, çünkü o zamana dek hastanelerde danalar gibi kesilip biçilen interseksler konuşmaya cesaret edemeyecek. Ben yine de umutluyum ve bu konuda samimi bulduğum insanlarla birlikte bazen yorulup kaçarak, saklanarak ama bazen de coşkuyla ve öfkeyle çatır çatır kendimizi ifade ederek, birşeyler yapmak için çaba göstermeye devam edeceğim. Sizleri de bekleriz efendim. “Ama bunun bir bedeli var”, e evet, o sizin tasarrufunuzda, ister saklambaçın, rol kesmelerin, vasatın huzurlu sularında yüzersiniz, ister sahiciliğe göz kırpar bedelleri ödemekten üşenmezsiniz… Benim gibi arada -bazen yıllarca süren- molalar verebiliyorsunuz hem, ona bir şey demiyoruz, izin var (!)
Bahsettiğin ”şehir uğultuları, anlaşılmayan gürültüleri” ben uyku harici her saniye duyuyorum, sağır olmak böyle birşey 🙂
Bence sen ne kadar çok seyehat edersen o kadar çok ”yazar” sayılabileceksin, bir gece geçirdiğin İstanbul seyehatinde bile bir sürü şey keşfedip yazıya dökebilmişsin ve harika olmuş.
Bence interseks olmanla çok da alakalı değil kendini araştırılıyormuşsun gibi hissetmen, hepimiz bir birimizin (bir şekilde) kobayıyız, buna da empati diyoruz. Kendimizi karşı tarafın yerine koyarken, onun gibi düşünmeye çalışırken ve ne hissettiğini anlamaya uğraşırken ne yapıyoruz? Onu didik didik ediyoruz, çözmek istiyoruz kobaylaştırıyoruz ve başarırsak onu tanımış oluyoruz, bu da bize yeni pencereler açmış oluyor. Bu yüzden buna takılıp öncü olmayı ertelememelisin, Türkiyeli interseklerin öncüsü olabilirsin, Hani demişsin ya interseks konusunda sesini çıkaran kişi sayısı sıfır diye, sen 1. ses ol, inan sesinin yankılarını da duyacaksın 🙂
BeğenBeğen